31 Ağustos 2011 Çarşamba

haşere

göreceli dünyanın tepesinden bakan bir karınca, devasa bir mutfağın çeşitli köşelerine yapışan hamam böcekleri görür. tezgâha yapışan der ki "dünya mermerdir."
çöpte gezinene her yer küf-yağ-toz.
buzdolabının içindekine dondurucu anlamlar zulmediyor.

şimdi baktığında karıncacığım, zorlasan herkesin sevilecek bir yanı var. ama ne gerek var? böcekler ne derse desin, dünya mutfaktır sonuçta.
19 Ağustos 2011 Cuma

iş-güç

serban yaklaşık olarak dört aydır iş arıyordu. gerek "biz sizi ararız"lar ile, gerek "eleman açığı kapandı"lar ile dört ayını geçirmişti. derken amcasının oğlunun kankasının uzak akrabası sayesinde masabaşı bir iş buldu. sigortası yapıldı, maaşı kesinleşti. böylece yeni işiyle sarmaş dolaş oldu. sabah sekiz, akşam beş çalışıyor; 155'i arayanlara "sizi müşteri temsilcimize bağlıyoruz.", 112'yi arayanlara da "yanlış numara." diyordu. işin bedensel bir zorluğu yoktu, ama işte kafa yorgunluğu. neyse, belini biraz doğrulttuğunda hemen evlendi. üç çocuk yaptı. ölene kadar aynı kadınla evli kaldı. ölene kadar aynı işte çalıştı.
6 Ağustos 2011 Cumartesi

tırnaklarını keserken cinnet geçiren kırkayak

moda jargonla gayet kültürlüydü. camus'yü de bilirdi, sartre'ı da. varoluşçuluğun tüm kutsal kitaplarını usûlen hatmetmiş, post-modernizm çağını idrak ettiği gün "yaratılmadık kalmadı." demişti. yanisi her yenilgiye bir mazereti vardı. dışarıdan saygıdeğer, içeriden uçarı-kaçarı gözüktüğüne inanıyordu. üstlük olarak, bazen her şeyi yapabileceği gibi bir hisse kapılacak kadar lüks sahibiydi. yalnızı da kalabalığı da yaşamayı pek bi' iyi öğrenmişti. kendinden çaldığı hayatın kılıfı tam dikilmek üzereydi ki, dengesini kaybetti. kırk ayakta iki yüz tırnak. hem tek bir eli bile yoktu ki o taşı tepeye taşısın, sonra yine taşısın, sonra yine, sonra yine daha iyi taşısın. cinnet geçirip alafranga tuvalet kullanmaya başladı. sonrasında beyefendice devam etti. aferin.
5 Ağustos 2011 Cuma

Kendi Halinde, hem Zararsız İnsan

On dördünde bileklerini kesen insanları da birer parçası olarak kabul eden dünyada, yedisinde açlıktan ölen çocuk haberlerinin tam ortasında, belediye emriyle dikilmiş apartmanların köşesindeki küçükçe bir dairede yaşıyormuş. Her gün işine gidip geliyormuş. Herkes onu seviyormuş, o herkesi... Yaptığı her işin "Yakınanlar" makâmında yer almış. Görmüş ki; dünyada varolan tüm mesleklerin birçok övücüsü, birçok "yan gelip yatan"ı ve hepsinden çok da "Bu iş böyle olmaz."cıları varmış. Dördüncü bir varoluş aramadan bu üçünden birine yamanmış. Kendi kendine yetiyormuş. Kafasını kafasına göre yaşıyormuş. Ama tabii ki "Bu iş böyle olmaz!"mış. Evlenmiş, çocuk falan yapmış. Hormonlu tarlaların dünyayı zehirlediği, dünyanın insanı zehirlediği, insanın da insanı zehirlediği, o insanın da başka başka canlılara zehir ticareti yapmaya başladığı bir dönemde ilk çocuğunu eline almış. Sevmiş, elinden düşürmüş. Çocuk düşmüş yaşasın tüm bayramlar!
Kişi başı su kotasının sıfıra yaklaştığı bir dönemde, dünya üstünde hiç kar görmemiş insanların sayısı bayağı bir çoğaldığında ve hem "Eski günler!" nostaljisine tek bir insanın yüzü olmadığı bir ara; başında eşi-akrabası ve dostları varken huzur içinde ölmüş. Tabii o zamanlarda trenler hep çağdışı.