18 Kasım 2011 Cuma

şimdi şöyle bir şey var



tabii bunun öncesi de var.
16 Kasım 2011 Çarşamba

he

koca gövdeli sürüyle ağaç güneş ışığını kesiyor, karanlık. açıkta kalan yıllanmış ağaç kökleri arasında büyüklü küçüklü hayvanlar dolanıyorlar, ağaç kökleri kara. hüzünden ölecek ayı ile tümöründen habersiz baykuşun karşılaştığı yer, göz bebekleri kara. ayının somurtuşu ile baykuşun uçuşu eş zamanlı, saniyeler renksiz. ağaçların görünmeyen tepelerinde ağıt yakan maymunlar, sesleri kara, havadaki rutûbet renksiz. pürlibido tavşanlarla dalga geçen tilki geriniyor, yüzü ak, gözü pak. çatırtılar eşliğinde rutûbetin ortasına bir güneş ışığı, bir de köpek düşüyor, havadan. âhların anlamı ne renk?
15 Kasım 2011 Salı

bitirilmemiş ilk hikâye

Tarık, bu işi yapamayacağını çok geç anladı. Üç sene boyunca ofise gitti-geldi. Tonla azar işitti. Kâh Facebook’ta, kâh Twitter’da şehir insanının yalnızlığından dem vurdu. Arkadaşları aradığında “Yarına yetiştirmem gereken çok önemli işlerim var.” dedi. “Ne işi?” diye sorduklarında “İş işte!” diye hepsini başından savdı. Telefonu her kapayışı, kapıyı her vuruşu; büyük şehrin kaybolmuş insanına özgüydü. Tarık, bu üç sene içerisinde ofis içi aşk trafiğine de takıldı. Önce Meltem’den hoşlandı. Ne zaman Meltem’le baş başa kalsa Zeki Demirkubuz’dan bahsetti; ama Meltem onu hiç anlamadı. Meltem’in gerizekâlı olduğuna kanaat getirdikten sonra ise Ceren’le flört etmeye başladı. Ceren, ofisin en deli-dolu dişisiydi. Geceleri bütün barları dolaşır, her barın tuvaletinde en az bir kere kusar, garsonlara-barmenlere yavşar; sonra da arkadaşları onu evine götürene kadar bir köşede sızardı. Ceren’in bu hayat dolu karakteri, Tarık’ı baştan çıkarıyordu. Hem anlattığına göre, Ceren çocukken de ailesine hiç boyun eğmemiş; çok âsi bir gençlik geçirmiş. Okulda öğretmenlerine her kızdığında gidip tuvaletteki aynaları kırıyormuş. Ceren ne zaman bu hikâyeleri anlatmaya başlasa, Tarık sanki dünya-dışı bir varlığı dinlermiş gibi büyüleniyordu. Ceren, onun hiç bilmediği; hiç görmediği; hayal bile edemediği her şeyin simgesiydi. Sonunda Ceren’i gece dışarı çıkmaya ikna ettiğinde dünyalar onun olmuştu. Ama işte o gece, tam da Ceren kaldırım kenarındaki mazgallara doğru kusarken; Tarık, Ceren’in ağzından çıkan domates kabuğuna bakarak dünya-dışı varlıklarla ilişkiye giremeyeceğini anladı. O günden sonra içini derin bir hüzün kapladı. Kendini Kafka ile kıyaslamaya başladı. Artık ofiste geçirdiği her dakikayı eziyet olarak görüyordu. O dakikalarda evinde olmak ve durmadan yazmak istiyordu. Bu işin onu körelttiğini, tam da Kafka’nın memuriyeti gibi hayatını cehenneme çevirdiğini düşünüyordu. Ama Kafka ile kıyaslanmak o kadar hoşuna gidiyordu ki; bu yüzden işi bırakmayı aklının ucuna bile getirmiyordu. Sonunda Tarık bir gece bilgisayarının başında Radiohead dinleyip bira içerken bir blog açtı. Blogun ismini “Hüzün Labirentinde Kaybolmuş Kısa Boylu Uzun Dev” koydu. Bir ay sonra on takipçiye ulaştı ve gece-gündüz blogunu düşünmeye başladı. İkinci ayın sonunda tam yirmi beş takipçisi vardı...
13 Kasım 2011 Pazar

lan aytaç! baksana çocuk mektubu yazdım

insanın en sevdiği insanlar ölebilirler, kabul etmemek olmaz. ama askere de gidiyorlar, ben onu kabul edemiyorum. sanırım o askere giden insanlar da kabul edemiyorlar ve bence çok sıkılıyorlar ve bence çok üzgünler ve bence hemen dönmek istiyorlar. ben öyle yapardım. o insanları ben seviyorsam onlar da öyle yaparlar. ama asker onları bırakmaz. böylece vatanımız sakarya olur ve her bayrağın etrafında kuşlara sıkıyönetim uygulanır. karadeniz'de dağlar denize paralel uzanır. ulu vatanımızın sınırları içerisinde, özerk olan bi' vatan daha vardır. biz ona yavru vatan deriz. iç işlerine karışmayız, geçen gün sınıfta kurbağa kestik, o zaman anladım neden iç işlerine karışılmayacağını. çünkü kurbağalar eğitim zayiatı, devletler de öğretmen. kendine çok iyi bak.
8 Kasım 2011 Salı

sosis dedi

artık istanbul'a sadece işim düştüğünde gidiyorum. (ayda iki-üç kez, kayıtlara geçmesi açısından) her gittiğimde de sosisli yemeden dönmüyorum, ki sağolsunlar her yerde satıyorlar, mis. araca yanaşırken işte, istanbul'da olduğumu ve hâlâ sosisli yemediğimi farkettim, büfeye koştum. sekiz yaşında bir çocuk var ki, dedim "abicim bi' sosisli, ketçap olmasın." sağolsun ketçap koydu, dedim "ketçap olmasın demiştim." (içimden "aman, ne olacak, çocuğu kırmayayım, alayım." diyordum, kayıtlara geçmeli bacısından) buralar normal hep. çocuk büfeci, ketçaplı sosis falan.

sonra çocuk büfeci dâhi olduğunu, sekiz yaşında esnaflığı kaptığını, geleceğinin parlak olduğunu falan lap diye anlatmak istemedi herhalde ki, dedi "ketçap mı koydum?", ben de dedim "ne?", dedi "koymadım ketçap.", dedim "koydun affedersin, bayağı ketçaplı o.", dedi "allah allah ben niye hatırlamıyorum?", dedim "boğazını keserim, pişman da olmam." (ama içimden, kayıtlara geçmeli gacısından)
yanisi dedim "şimdi o ekmeği elinden bırak. bıraktın mı? güzel. şimdi git ordan başka ekmek al, onu değil, şu gevrek olanını. heh, gel bak şimdi içine yeni bir sosis koy. aferin sana. al kaşığı, suyundan da koy. oy canım benim. turşu olsun bir de." eli ketçaba kaydı. "bırak ketçabı şimdi, biraz uzağına koy ketçabı, unut oğlum ketçabı, o sana göre değil." "ne diyorsun abi?" dedi. dedim "versene sosisi, ne bekletiyon? kaç lira şimdi bu? bi' buçuk liram yok, al şu bi' lirayı, üstü de borcun olsun, sonra ödersin."
"abi?" dedi.
dedim "sok o parayı cebine, itiraz istemem, genç adamsın, haydi eyvallah."

al dedi çocuklarını dedi çocuklarını istiyorsan dedi kendini dedi al kendini dedi git dedi nerde kalırsan kal dedi bana. (kayıtlara bi' geçti anasından!)
7 Kasım 2011 Pazartesi

vilâv

artık göreceli olmayan tek bir kavram bırakılmadığından en göreceli kavramın ödül gecelerinde kırmızı halı üzerinde en çok insan dikkat çekiyor hem insanın da çok kötü fazla kötü ölesiye kötü özellikleri olabileceğinden ve bu özelliklerini sadece güvendiği sevdiği uğruna nelerini feda edebileceği insanlara gösterdiğinden insan sevdiklerinin hayatlarını mahvetmez de kiminkini mahveder kimse bilmiyor cevabı kimse olduğundan efendim artık bizim zamanımızda çok doğru düzgün içten ve mert olmak kötülükler safında yer alırken doğru düzgün içten ve mert gözükmek iyiliklerin liderliğine oynuyor politika seviyoruz hepimiz beşikten mezara politika seviyoruz takdis ettikleriniz de politika seviyorlar efendim beni yanlış anlamayın ben biz derken sizden bahsediyorum aslında ama kendimi dışlanmış hissetmek de istemiyorum lütfen beni anlayın ben ince ruhlu alıngan içine kapanık ve kırılgan bir insanım yaşamayı hakkediyorum ama yaşamak beni hakketmiyor maksadımı aştıysam...