27 Aralık 2011 Salı

hacı n'aptın sen?

türk sanat mûsikîsi candır, ona canlar fedâdır. lâkin bazı parçalarda nâmenin-bestenin güzelliğine sırt verip de sözleri savsaklamış ya dedelerimiz. o kötü be. bak parça ne güzel gidiyor:

"ben seni unutmak için sevmedim 
gülmen ayrılık demekmiş bilmedim
bekledim sabah akşam yollarını"  

kreşendoya bak amınakoyim:

"ÖLMEK İSTEDİM!
BİR TÜRLÜ ÖLMEDİM!"

"am üstünde papağan" isimli bu tekniği günlük hayatımızda biraz abartarak şöyle de kullanabiliriz:


sen öyle diyorsun da bu böyle
sıkıntı yok yani bana sorarsan
neyse, geçen gün var ya
ÖLMEK İSTEDİM!
BİR TÜRLÜ ÖLMEDİM!

yahut:

- hacı sen o işi n'aptın?
- ÖLMEK İSTEDİM! BİR TÜRLÜ ÖLMEDİM!


iyi günler.
25 Aralık 2011 Pazar

bulşit

günde iki kişinin zorunlu, dört kişinin keyfî geçtiği bir tünelde tek başına oturup ziyaretçilerine lâf atan, onları rahatsız eden, rahatsız ettiğini de bilmeyen, kendince çok haklı sorular soran, kendince çok önemli bir gerçeği öğrenmeye çalışan, anadan kelli otuz dört yıldır, "yaklaşma, deli!" den kelli ise on yıldır oksijen tüketen bir adamı

paralel evrende takım elbiseli, ajandası kabarık, çok önemli iş toplantıları arasında koşturup, havayollarından bedava bilet koleksiyonu yapan, "hep daha fazlası"na koşarak "en fazlası"na ulaşmaya çabalayan, kıyamet alâmeti otuz dört yıllık bir adamdan; o adamı ise

başka paralel evrende balta sapı olmayı kendine yediremeyip sırta yük olmakta karar kılan, kendisince çok yaratıcı, başkalarınca ayyaş hem işe yaramaz, kendisince hoş-sohbet, başkalarınca kafa sikici, büyük hakikatin eşiğinde olduğunu on senedir hissedip de bir türlü eşiğin ilerisini görememiş toplamda otuz dört senelik bir adamdan kayıran, bu adamı ise

başka başka paralel bir evrende on sene önce her şeyini kaybettiğini duyumsayan otuz dört yaşındaki bir bedbahttan

ayıran nedir? ayran?
24 Aralık 2011 Cumartesi

Meseller

1945’te Hiroşima ve Nagazaki bombalandıktan sonra olaylar başlıyor. İlk açıklama Amerikan radyo-televizyonlarında yapılıyor ve işlerin hiç de beklenildiği gibi yürümediği, radyoaktif serpintilerin rüzgarlarla birlikte tüm dünyaya dağılabileceği, ozon tabakasının hâl-i hazırda zaten büyük bir zarar gördüğü, işlerin aynı hızla kötüleşmeye devam ettiği düşünülürse de tamamen yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalınabileceği, sinekler başta olmak üzere şimdiden birkaç hayvan türünün mutasyon geçirdiği minvalinde bir muhteviyat barındırıyor. 1945 ile 1955 seneleri arasında önce mutasyona uğramış sinekler saldırmaya başlıyor. Sonra radyoaktif kalıntılar tüm dünyaya yayılıyor. İnsanlar artık yaşamayı-dünyayı kirletmeyi tamamen sonlandırsalar dahi; doğa kendini yok etmeye çoktan karar vermiş.  Ozon tabakası yavaş yavaş inceliyor. 1948’de haplar icat ediliyor. Artık insanların nükleer pisliklere, sıcağa, sineklere, salgın hastalıklara ve dahi hiçbir şekilde tedavi edilemez denilen açlığa karşı kendilerini sakınmalarına gerek kalmıyor. Yavaş yavaş hap, paranın yerini alıyor. Devletler yıkılıyor. Devletlerin sahipleri şirketlerin ardına saklanıyorlar. Ordular yok oluyor. Bilim adamlarının çoğu intihar ediyor, geri kalanları şirketlerin güdümünde köle gibi çalışıyor. Radyo-televizyon da tamamen şirketlerin istekleri doğrultusunda ayakta tutuluyor. Herkes jeneratör almaya çalışıyor. Şirketlerin varlığı da yavaş yavaş siliniyor. Dünya yokoluşun eşiğini çoktan geçmiş vaziyette. Umutsuzluk, intiharlar, güvensizlik, ölüm normu...

Sonra "Ben paranın lâfını edecek insan değilim bi' kere." dedim. Kaldı öyle. Ayyy insanlar çok salak yaa.
17 Aralık 2011 Cumartesi

hem

loş ışıklara dost olmak kitaplara elveda demektir efenim. lütfen rahatsız edici ışıklar altında gözlerimiz yaşarsın, başımız ağrısın. yoksa gayrısı hep boş.
7 Aralık 2011 Çarşamba

hayat güzel

bakkal emminin, dükkâna bir müşteri geldiğinde nasıl hemen güleryüzlü ve canayakın olduğunu görünce düşünmeye başladım. hep aynı güleryüz, aynı babacan tavır, hatta aynı mimikler, ananıskim aynı sözler, hep aynı hareketler, adımlar. "vayamınakoyim bakkal emmi siayeyefbiaymit ajanı olmasın da kimliğini gizlemek için kendine bakkal emmi rolünü seçtikten sonra o rolü mükemmelleştirip otomat gibi yaşamaya başlamasın? dedim. birgün "her yeri yak!" emri geldiğinde bakkal emmi rambo kuşağını kafasına geçirmesin? dedim. bakkal emminin fazla tehlikeli olduğu kanaatına varıp bakkalımı değiştirdim. hayat harika güzel, hep bunları düşünüyorum. beş sene sonra kendimi, takip ettiğim yabancı dizilerin yeni sezon başlangıç tarihleri arasında sıkışmış bir hâlde görüyorum.
18 Kasım 2011 Cuma

şimdi şöyle bir şey var



tabii bunun öncesi de var.
16 Kasım 2011 Çarşamba

he

koca gövdeli sürüyle ağaç güneş ışığını kesiyor, karanlık. açıkta kalan yıllanmış ağaç kökleri arasında büyüklü küçüklü hayvanlar dolanıyorlar, ağaç kökleri kara. hüzünden ölecek ayı ile tümöründen habersiz baykuşun karşılaştığı yer, göz bebekleri kara. ayının somurtuşu ile baykuşun uçuşu eş zamanlı, saniyeler renksiz. ağaçların görünmeyen tepelerinde ağıt yakan maymunlar, sesleri kara, havadaki rutûbet renksiz. pürlibido tavşanlarla dalga geçen tilki geriniyor, yüzü ak, gözü pak. çatırtılar eşliğinde rutûbetin ortasına bir güneş ışığı, bir de köpek düşüyor, havadan. âhların anlamı ne renk?
15 Kasım 2011 Salı

bitirilmemiş ilk hikâye

Tarık, bu işi yapamayacağını çok geç anladı. Üç sene boyunca ofise gitti-geldi. Tonla azar işitti. Kâh Facebook’ta, kâh Twitter’da şehir insanının yalnızlığından dem vurdu. Arkadaşları aradığında “Yarına yetiştirmem gereken çok önemli işlerim var.” dedi. “Ne işi?” diye sorduklarında “İş işte!” diye hepsini başından savdı. Telefonu her kapayışı, kapıyı her vuruşu; büyük şehrin kaybolmuş insanına özgüydü. Tarık, bu üç sene içerisinde ofis içi aşk trafiğine de takıldı. Önce Meltem’den hoşlandı. Ne zaman Meltem’le baş başa kalsa Zeki Demirkubuz’dan bahsetti; ama Meltem onu hiç anlamadı. Meltem’in gerizekâlı olduğuna kanaat getirdikten sonra ise Ceren’le flört etmeye başladı. Ceren, ofisin en deli-dolu dişisiydi. Geceleri bütün barları dolaşır, her barın tuvaletinde en az bir kere kusar, garsonlara-barmenlere yavşar; sonra da arkadaşları onu evine götürene kadar bir köşede sızardı. Ceren’in bu hayat dolu karakteri, Tarık’ı baştan çıkarıyordu. Hem anlattığına göre, Ceren çocukken de ailesine hiç boyun eğmemiş; çok âsi bir gençlik geçirmiş. Okulda öğretmenlerine her kızdığında gidip tuvaletteki aynaları kırıyormuş. Ceren ne zaman bu hikâyeleri anlatmaya başlasa, Tarık sanki dünya-dışı bir varlığı dinlermiş gibi büyüleniyordu. Ceren, onun hiç bilmediği; hiç görmediği; hayal bile edemediği her şeyin simgesiydi. Sonunda Ceren’i gece dışarı çıkmaya ikna ettiğinde dünyalar onun olmuştu. Ama işte o gece, tam da Ceren kaldırım kenarındaki mazgallara doğru kusarken; Tarık, Ceren’in ağzından çıkan domates kabuğuna bakarak dünya-dışı varlıklarla ilişkiye giremeyeceğini anladı. O günden sonra içini derin bir hüzün kapladı. Kendini Kafka ile kıyaslamaya başladı. Artık ofiste geçirdiği her dakikayı eziyet olarak görüyordu. O dakikalarda evinde olmak ve durmadan yazmak istiyordu. Bu işin onu körelttiğini, tam da Kafka’nın memuriyeti gibi hayatını cehenneme çevirdiğini düşünüyordu. Ama Kafka ile kıyaslanmak o kadar hoşuna gidiyordu ki; bu yüzden işi bırakmayı aklının ucuna bile getirmiyordu. Sonunda Tarık bir gece bilgisayarının başında Radiohead dinleyip bira içerken bir blog açtı. Blogun ismini “Hüzün Labirentinde Kaybolmuş Kısa Boylu Uzun Dev” koydu. Bir ay sonra on takipçiye ulaştı ve gece-gündüz blogunu düşünmeye başladı. İkinci ayın sonunda tam yirmi beş takipçisi vardı...
13 Kasım 2011 Pazar

lan aytaç! baksana çocuk mektubu yazdım

insanın en sevdiği insanlar ölebilirler, kabul etmemek olmaz. ama askere de gidiyorlar, ben onu kabul edemiyorum. sanırım o askere giden insanlar da kabul edemiyorlar ve bence çok sıkılıyorlar ve bence çok üzgünler ve bence hemen dönmek istiyorlar. ben öyle yapardım. o insanları ben seviyorsam onlar da öyle yaparlar. ama asker onları bırakmaz. böylece vatanımız sakarya olur ve her bayrağın etrafında kuşlara sıkıyönetim uygulanır. karadeniz'de dağlar denize paralel uzanır. ulu vatanımızın sınırları içerisinde, özerk olan bi' vatan daha vardır. biz ona yavru vatan deriz. iç işlerine karışmayız, geçen gün sınıfta kurbağa kestik, o zaman anladım neden iç işlerine karışılmayacağını. çünkü kurbağalar eğitim zayiatı, devletler de öğretmen. kendine çok iyi bak.
8 Kasım 2011 Salı

sosis dedi

artık istanbul'a sadece işim düştüğünde gidiyorum. (ayda iki-üç kez, kayıtlara geçmesi açısından) her gittiğimde de sosisli yemeden dönmüyorum, ki sağolsunlar her yerde satıyorlar, mis. araca yanaşırken işte, istanbul'da olduğumu ve hâlâ sosisli yemediğimi farkettim, büfeye koştum. sekiz yaşında bir çocuk var ki, dedim "abicim bi' sosisli, ketçap olmasın." sağolsun ketçap koydu, dedim "ketçap olmasın demiştim." (içimden "aman, ne olacak, çocuğu kırmayayım, alayım." diyordum, kayıtlara geçmeli bacısından) buralar normal hep. çocuk büfeci, ketçaplı sosis falan.

sonra çocuk büfeci dâhi olduğunu, sekiz yaşında esnaflığı kaptığını, geleceğinin parlak olduğunu falan lap diye anlatmak istemedi herhalde ki, dedi "ketçap mı koydum?", ben de dedim "ne?", dedi "koymadım ketçap.", dedim "koydun affedersin, bayağı ketçaplı o.", dedi "allah allah ben niye hatırlamıyorum?", dedim "boğazını keserim, pişman da olmam." (ama içimden, kayıtlara geçmeli gacısından)
yanisi dedim "şimdi o ekmeği elinden bırak. bıraktın mı? güzel. şimdi git ordan başka ekmek al, onu değil, şu gevrek olanını. heh, gel bak şimdi içine yeni bir sosis koy. aferin sana. al kaşığı, suyundan da koy. oy canım benim. turşu olsun bir de." eli ketçaba kaydı. "bırak ketçabı şimdi, biraz uzağına koy ketçabı, unut oğlum ketçabı, o sana göre değil." "ne diyorsun abi?" dedi. dedim "versene sosisi, ne bekletiyon? kaç lira şimdi bu? bi' buçuk liram yok, al şu bi' lirayı, üstü de borcun olsun, sonra ödersin."
"abi?" dedi.
dedim "sok o parayı cebine, itiraz istemem, genç adamsın, haydi eyvallah."

al dedi çocuklarını dedi çocuklarını istiyorsan dedi kendini dedi al kendini dedi git dedi nerde kalırsan kal dedi bana. (kayıtlara bi' geçti anasından!)